Soldan saga:
Ahmet Altan - Sanirim tum Turkiye bu zat-i muhteremin ne mal oldugunu az cok biliyor. Kenidleri Turk kelimesinin dunyadan silinme taraftaridir. Ayrica yakin zamanda Taraf adli gazeteyi cikartmaya baslamistir. Gazetenin slogani ise, kahrolsun milliyetci Turkler, yasasin Turk ve Turkiye dusmani teroristler, kahrolsun Turk ordusu, yasasin seriat, kahrolsun adalet, yasasin beni kayiranlar ve kayirtanlar! Bu kisi kendisini demokrat olarak tanimlar, ama alakasi yok. Yasalara saygisi yok. Turk yasalarina, Nazi yasalari gozuyle bakar. O yasalar kendi hosuna giden kararlar alirsa bu gorusu kisa sureligine de olsa rafa kaldirir, o karari alanlari en buyuk demokrat ilan eder. Tabii bu kisilerin yasalara uygun yada aykiri karar vermis olmasi kendisini ilgilendirmez. Onemli olan, kendi mikro-fasizmine destek versin...
Samil Tayyar - Uzerinde fazla konusmaya degmez. Fethullah ajani olarak medyaya surulup, kiskirtma yapmak, halki birbirine dusurmek, ve halkta Fethullah karsitlarina karsi olan guveni yok etmek uzere amac edinmis bir kalemci-militan. Hayattaki en buyuk amaci Fethullah Gulen'i once Halife sonra Peygamber olarak once Turkiye'nin sonra, adi degistirilecek olan yeni ulkenin basina getirmek. Ucuk bir dusunce ama, zaten, akil sagligi konusunda raporlar Fethullah hastanelerinde alinmis ozel rapor bulunan bu kisi hakkinda farkli dusunmek uygun olmazdi. Akil sagligi ne olursa olsun, ise yaradigi muddetce, tarikat ajani olarak gorev yapmak mecburiyetinde...
Fehmi Koru - Vaktinde CIA icin calismis, Bin Ladin tarzi bir kisilik. Tabii ki Bin Ladin'in tersine kendi zevk ve sefasina cok daha duskun, o yuzden, ne kadar para verirseniz, o kadar tatminsiz oldugunu gostermek uzere kurulu bir yapiya sahip. Tahminen, Allah bile kendisini doyuramaz. O kadar olayi asmis sapiklikta bir beyin yapisina sahip. Siz siz olun, kendisinin gozune gozukmeyin, kiskancliktan hakkinizda ne yazacagi size ne tur iftiralar atacagi belli olmaz...
Ergun Babahan- Medyada su anda satilmis mertebesindeki en kidemli yazarlardan. Kac paraya satin alindigi bilinmiyor, ama satin alindigi teyit edilmis bir gercek. O yuzden, yazdigi hic bir yaziya guven duymamak en dogrusudur. Yazdiklari, parayla yazdirilmis yazilar oldugu icin, gerceklik payi asiri miktarda duruma baglidir. Eger have bulutluysa, kendisinin yazilari da o kadar umutsuz iftiralarla doludur. Ama, fazla takmamak lazim. Su an icin Abdullah Gul'un ayakkabasinin altini ustunu icini yalamakla mesgul. Yalayacak ayakkabi kalmadiginda, kendisi de kalmayacaktir...
March 29, 2008
Cumhuriyet'e ihanet eden cetenin medyadaki uzantilari...
Posted by Sazelyt at 6:27 AM 0 comments
Emre Akoz = Fethullah'in kopegi?
FATIH ALTAYLI
Emre Aköz son günlerin en çok eleştirilen gazetecisi.
Yazdıklarını bakınca eleştirilerde haklılık payı var.
Kendine saygısı olan bir adamın yazmayacağı şeyleri yazıyor, olmayacağı kadar taraf oluyor.
Müthiş bir aidiyet duygusu içinde militanlaşıyor.
Peki Emre Aköz niye böyle!
Yazacaklarım sadece Emre Aköz’ün değil bazı başka isimlerin de niye böyle olduğunun yanıtı olacak belki de.
Emre Aköz sosyoloji okumuş, kültürel birikimi güçlü bir gazeteci, dergiciydi.
Gezip tozmayı seven, yiyip içen muhafazakarlığın yanına uğramadığı bir adamdı.
Yıllarca gazetecilik yaptı.
Ama bir türlü beklediği çizgiyi yakalayamadı.
Çok okunmadı, çok beğenilmedi. İstediği konumlara gelemedi.
Kıyıda köşede kaldı.
O ise daha fazlasını hak ettiğini düşünüyor, değerinin anlaşılmadığına inanıyordu.
Bir kaç yıl önce Sabah Fethullah Gülen cemaati ile ilgili bir yazı dizisi hazırlayacaktı.
Bu iş Emre Aköz’e verildi.
O zaman Sabah’ta değildi, bildiğim kadarıyla Emre buna itiraz etti.
"Ben bunları tanımam, bilmem sevmem, yapmayayım bunu" demiş.
Ancak ısrar edilince kabul etti ve diziyi hazırladı.
Emre’nin dönüşümü ondan sonra başladı. Dizinin yayınlanmasından sonra cemaat onu bağrına bastı. Toplantılarına çağırdılar, yurt dışındaki gezilerine götürdüler, konuşmalar yaptırdılar.
Emre’yi önemsediler.
Emre çok hak ettiğini düşündüğü ilgiyi ve itibarı orada gördü ve buldu.
Ve ardından Emre’nin dönüşümü başladı.
Gördüğü itibarın karşılığını veriyor, karşılığında daha fazla itibar görüyordu.
Kendini bu kısır dönüye kaptırıp gitti.
Emre’yi düşüncelerinden ötürü eleştirecek halim yok.
Bu köşeye bile konu olmayı başardığına göre tutturduğu çizgiyi kendi açısından başarı olarak bile görebilir.
Ona da itirazım yok.
Ama terbiye sınırlarını aşmasına, yakınlığın ölçüsünü kaçırmasına gazeteci olarak itirazım var.
ORAY EGIN
Kendisinin iki büyük terbiyesizliği oldu şu son günlerde. Bir kere TRT ekranına çıkıp Cumhuriyet Mitingleri’ne katılan halkı Ergenekon’la ilintilendirmesi bugüne kadarki günahlarının belki de en büyüğüydü. Hayatta bugüne kadar hiçbir şey olamamasının, hep bir yere itilip kakılmasının ve adam yerine konulmamasının intikamını günümüzün iktidarına karşı kahverengi ruj sürerek göstermesinin daha itidalli bir uzantısı olabilirdi halbuki. Eskiden de ciddiye alınmazdı, bir parodiydi ama şimdikinden daha düzgün bir parodiydi.
Keşke bu dönemi ranta çeviren ağabeylerinden üslup ve şıklık öğrenseydi. Kraldan çok kralcılık ve kaba bir ideoloji tetikçiliği yerine.
TRT spikeri nazikçe onu uyarıp iki olay arasında bir bağlantının kanıtlanmadığını söylerken de “Ben biliyorum, ben söylediysem doğrudur” diye o koltuğuna yapışmış kantin sosyologu havasını sürdürmesi daha da ayıptı.
Bir başkasının utancını onun adına yaşarsınız ya, hiç kimsenin kendini bu kadar alçaltamayacağını düşünüp onun adına yüzünüz kızarır ya... Öyle bir andı izlemek. Maalesef, bu kadar dipte, bu kadar aşağıda yaşıyor bu canlı türü.
Benim için daha da büyük ayıbı şu oldu: Yazısının sonuna “İnşallah 83 yaşındaki İlhan Selçuk’a gözaltında iyi bakılır. Aksi halde hükümetin üstüne kalır” diye not koymuş.
Nedir bu, iyi niyetli bir temenni mi, hükümete karşı bir uyarı mı? “Bir seri katilin güncesinden” notlar mı? İlhan Selçuk ve “üzerine kalır” kelimeleri nasıl aynı cümle içinde kullanılır? Tam olarak anlatamamış olabilirim ama içten, samimi hiç değil. Sadece çirkin bir ifade.
Ben mesela “Bedava yedikleri restoranlar Emre Aköz ve karısına iyi baksın, şişip patlarlarsa üzerine kalır” yazarsam yakışık alır mı?
Not: Benim esas merak ettigim Fethullah, Akoz'e kopek ayarini ne zaman yapip, takmayi unuttugu tasmasini boynuna takacak...Fethullah'a da nice besleme-kopek yetistirmelere!!!
Posted by Sazelyt at 6:22 AM 0 comments
March 23, 2008
Turkiye'deki Islami-fasist parti AKP'nin devletten ve Cumhuriyet'ten intikami
Ilhan Selcuk'un gozaltina alinmasina deginmeye gerek yok. Sacmaligin alasi.
Hele de Fethullahci Savcinin ve Emniyetteki Fethullahci kadrolarin bu "kanitsiz" sadece ve sadece gozdagi anlami tasiyan gozaltina almadaki performansi tam Hz. Muhammed'e havalelik (bunlar sadece bundan anlarlar).
Simdi, ortaya dokulen bilgilerden sonuncusuna bakalim. Perincek'in gozaltina alinmasinin sebebi, gozaltindakilerden birisinin verdigi iddia edilen ifadeye dayaniyor (hani iskence, tehdit, yada ozgur birakma gibi yollarla elde edilen ifade gibi). Ifade de zaten kanit ozelligi tasimiyor. Denilen, sadece, Perincek'in parti altyapisini kullanarak eylem yapabilme olasiliginin bulunmasi. Perincek'in kisiligine atifta bulunarak yapilmis bir ifade. Ortada ne bir belge, ne bir yazisma var. Zaten buyuk ihtimalle de boyle bir belge bulamayacaklar. Cunku yok!
Neyse, sebebin komikligini gorebiliyor musunuz?
AKP hakkinda acilan davanin iddialari bile cok daha gercekci. Ve, AKP'nin ust kadrosunun gozaltina alindigini ben su vakte kadar gormedim. AKP'nin olusturdugu tehdit, belki PKK tehditinden bile buyuk. Ama buna ortada atilmis bir adim yok.
Tersine, AKP'yi guden tarikatlarin duzenledigi operasyonlarla Cumhuriyet'in nefes alma ozgurlugu bile kisitlanmaya calisiliyor. Bunun adini koyalim. Bu, Islami-fasistlerin ruhani lideri Fethullah Gulen'in seytani bilincinin yumurtladigi ve diger tarikatlarca da baliklama atlama seklinde desteklenen, ve de iktidardaki tarikat kontrolu altindaki eski talibanci Tayyip Erdogan'in yonetiminde gerceklesen bir operasyon.
Su an, Ilhan Selcuk, Kemal Alemdaroglu, ve Dogu Perincek. Boyle sacma sapan, o dedi, bu dedi, gibi Samil Tayyar'lik ya da Fehmi Koru'luk iftiralarla (bunlarin ibadet ettigi Islam'in bildiginiz uzere bes en onemli emri, iftira atmak, kul hakki yemek, rusvet almak, adam oldurmek, ve turban takmak), emin olunuz, her Ataturkcu, her icten Cumhuriyet evladi tehdit altindadir.
8 aydir ortada bir iddianame yok. Bulunmus elle tutulur kanitlar yok. Aynen Van Yuzuncu Yil Universite Rektoru'nun basina gelenler gibi, tarikatin gorevlendirdigi devletin icine sizmis bir Fethullahci ajan-savci eliyle operasyon gerceklestiriliyor. Sonuca ulasmayacagi belli. Amac, Cumhuriyet kadrolarinin fiziki yada ruhsal olarak tasviyesi. Ilhan Selcuk ve benzerlerine yapilanlar fiziki tasviye, Sabah yazarlarinin basina gelenler ise ruhi tasviye.
Ne diyelim, yaziklar olsun. Tayyip'e ve saf saf onun attigi yalanlara kanip, uc bes kurus rusvete oyunu satanlara.....
Posted by Sazelyt at 2:30 AM 0 comments
March 21, 2008
Hz. Fethullah'in gazetesi Zaman'in icyuzune bir ornek daha
Istanbul Ticaret Üniversitesi'nde Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar dersinin hocası ve Zaman gazetesi yazari Doç. Dr. İbrahim Öztürk, 18 Mart Salı günü derste "Benim ailemin düşüncesine göre Alevi kadınları or...dur!" dediği iddia edildi.
Simdi biraz dusunun, bu yuksek egitim almis zat'i un-muhterem, Aleviler hakkinda boyle dusunuyor, kimbilir diger dinlerin mensuplari hakkinda ne dusunuyor olmali? Bu insanlar disarida Islam hosgoru dinidir diyerek dolasip, takdir ve saygi toplamaya calisirlar. Ya bu insanlar Musluman degil, yada Islam soylendigi gibi bir din degil. Sizce hangisi dogru? Ben gorusumu soyleyim, Hz. Muhammed'den sonra Fethullah Gulen'i Hz. Fethullah diye Peygamber ilan eden bir tarikatin mensuplari ne kadar Musluman olabilir ki?
Posted by Sazelyt at 9:55 AM 1 comments
March 20, 2008
Kendini Allah yerine koyan bir Bakan portresi: Recep Akdag
SUKRU KUCUKSAHIN
Mekán Erzurum’un ünlü Tortum Cağ Kebap Lokantası’nın VIP bölümü.
Konuklar Erzurum Milletvekili ve Sağlık Bakanı Recep Akdağ, AKP Genel Başkan Yardımcısı Haluk İpek, TBMM İdare Amiri ve Erzurum Milletvekili Muhyettin Aksak, Vali Celalettin Güven, Büyükşehir Belediye Başkanı, AKP İl Başkanı ve adlarını öğrenemediğim bir-iki isim daha.
Lokanta sahibi Kemal Koç, bu önemli konuklarını ağırlamaktan çok memnun.
Koç, konuklarının yanına gelip onlarla ilgilenme gereği duyuyor.
Hoşbeşten sonra Bakan Akdağ ile Koç arasında şu sohbet geçiyor:
Recep Akdag - Kaç yaşındasın Kemal Bey.
Kemal Koc - 60.
Recep Akdag - Peki, hacca gittin mi?
Kemal Koc - Henüz nasip olmadı Sayın Bakanım, gidersem de gizli gideceğim.
Recep Akdag - Bu yaşa gelmişsin, hálá hacca gitmemişsen ne işe yaradı?
Kemal Koc - Her hacca giden iyi inançlı demek değil Sayın Bakanım; hacca gitmedim, ama bende hafızlık var.
Recep Akdag - Valla Kemal Bey, eğer hacca gitmediysen öbürlerinin önemi yok.
Posted by Sazelyt at 6:06 PM 0 comments
March 18, 2008
Linc!
REHA MUHTAR
Hayatımın kararlarını vicdanımın sesine göre verdim...
Ben kimseye o kişiye gıcık kaptığım ya da bir çıkara hizmet edeceğini düşündüğüm için karşı çıkmadım, muhalefet etmedim...
En ağır eleştirileri yaparken, en damar konularda itirazımı söylerken, hiç çekinmedim, korkmadım...
Çünkü demokrasiye inanıyordum, demokratik rejimde uyarı hakkımı yaptığımı düşünüyordum, kimseye gıcık olduğum için eleştirmediğimden bu eleştirilerin demokrasiyi güçlendirdiğine inanıyordum...
Açık söyleyeyim dün gördüklerimden sonra ben “Türkiye’deki durumdan ürkmeye” başladım...
Dün kapatma davasına gösterilen tepkilerden ürktüm...
Tepkinin kendisinden değil, tepkinin antidemokratik niteliğinden ürktüm...
Bir iktidar partisi elbette hakkında kapatma davası açan Yargıtay Başsavcısı’nın tamamen zıddını düşünebilir...
Böyle düşünmesi doğaldır..
Böyle düşünmek hakkıdır...
Medyanın iktidarı destekleyen bölümü, Yargıtay Başsavcısı’yla aynı düşünmeyebilir...
Doğaldır, karşı çıkmak onun da hakkıdır...
Ama bir ülkede ulusal medyanın bir bölümü Yargıtay Başsavcısı’nı hedef alarak, “Meclis’i de kapatın!!!...” diye gözdağı veremez...
Demokrasi ve hukuk devletinde bir kanun adamı bu kadar terörize edilerek, yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığı bu kadar ayaklar altına alınamaz..
Bu kadar faşizan bir düşünce olamaz...
Bu kadar farklı görüşleri ve yargıyı baskı altına alan faşist ve gestapovari bir yöntem olamaz...
Ne demek “Meclis’i de kapatın?..”
Kime söylüyorsunuz bunu?..
Düşmana mı?..
Ne demek “milli iradeninin önündeki engel?”..
Milli iradeyle kapatma davasının ne ilgisi var?..
Bu kadar ucube bir demokrasi anlayışıyla bu ülke nasıl demokratlaşacak?..
Yargıtay Başsavcısı bu ülkede üst düzey bir hukuk adamı...
Görüşlerini paylaşmayabilirsiniz ama hukuki görevini yaptığını düşünen bir başsavcıya ne hakla ve hangi saikle böyle saldırabiliyorsunuz?..
“AKP laiklik karşıtı faaliyetlerin merkezi” diyormuş Başsavcı...
Çıkarsınız kaşısına, “Nereden çıkmış benim laik faaliyetlerin karşıtı olmam... Şunları şunları şunları yapan bir partiyim... Nerede benim laiklik karşıtı faaliyetlerim...” der cevabınızı verirsiniz...
Haşa...
Medyadaki iktidar cephesiyle, bizzat iktidardakilerin cevabı şöyledir:
“Ey adam; Milli iradenin kaşısında duramazsın...”
Yani şunu mu diyorsunuz...
“Milli irade laiklik karşıtı faaliyetleri istiyorsa sen buna birşey diyemezsin... Meclis istiyorsa sıkıysa gel Meclis’i de kapat...”
Siyasal Bilgiler’de ben yanlış mı öğrendim demokrasiyi ve hukuku acaba?..
Bu ne korkunç bir anlayıştır?..
Kimse çoğunluk diye, yasalardan söz edemeyecek mi bu ülkede?..
Anayasa’dan söz edilemeyecek mi bu memlekette?..
Çoğunluk demek, Anayasa yok demek mi, Cumhuriyet tarihe karıştı demek mi, bu ülkede hukuk adamı iktidara bir dava açamayacak demek mi?..
Böyle bir demokrasi, böyle bir milli irade, böyle bir hukuk düzeni dünyada diktatörlüklerden başka bir yerde var mı?..
AKP, Yargıtay Başsavcısı gibi düşünmüyor...
Elbette düşünmeyecek...
Elbette kendisi hakkında kapatma davası açana karşı söyleyecek bir, iki sözü olacak...
Ama bu söz, “Ben çoğunluğum sen milli iradeye karşı çıkamazsın” sözü değildir...
İktidar yanlılarının yaptığı gibi “Sıkıysa gel Meclis’i de kapat” demek hiç değildir...
Amerikan yargı sistemi ABD Başkanı Nixon’un Watergate’de üzerine giderken, Nixon onlara “Gel Temsilciler Meclisi’ni de kapat” mı diyordu...
Bill Clinton, Monica Lewinsky davasında yargının karşısına çıkarken, “Ben Amerikan halkının çoğunluğuyla Başkan seçildim... Beni yargılayamazsınız” mı diyordu...
Amerikan demokrasisi böyle mi işliyor...
O Clinton değil mi, yalan söylediğini kabul etmek zorunda kalan...
O Nixon değil mi, Watergate skandalının altında kalan?..
Bir kanun adamı böyle terörize edilemez...
Başbakan çıkar, “nerede görülmüş bizim laiklik karşıtı faaliyetlerimiz” der...
“Yanlış düşünüyorsunuz, yanlış dava açıyorsunuz...” deyip kendi kanıtlarını teker teker kamuoyunun önüne sunar...
Dava süreci boyunca kamuoyunun gözünde kendini aklar, sonra da yargıda temize çıkmaya bakar...
Demokrasiye ve hukuka saygılı tutum budur...
“Sıkıysa Meclis’i de kapat...”
Dün iktidar yanlısı basın ve kalemler bu minvalde yazdılar...
Ben de bundan ürküyorum artık...
Demek Türkiye’de bir hukuk adamı bile karşı çıkamayacak hiçbir şeye...
Asker bir şey söylese “Kahrolsun militarizm... Darbe mi istiyorsun... Muhtıracılar...”
Anayasayı korumakla yükümlü bir kanun adamı, Yargıtay Başsavcısı bir şey dese, “Sıkıysa gel Meclis’i de kapat... Milli iradeye karşı mı çıkıyorsun?..” diye gözdağı verme...
Bir kanun adamını bile her taraftan terörize etme...
Bu demokrasi değildir...
Nerde gördünüz, nerde okudunuz bilmiyorum ama böylesi bir terörize girişiminin adı linçtir...
Ve siz hep beraber bir kanun adamını linç ediyorsunuz...
Ürkütücü olan budur...
Başbakan, AKP veya iktidarı savunan medyanın kendisini savunması doğaldır...
Demokratiktir...
Ama, “Sen kimsin milli iradeye karşı çıkıyorsun?..” demek, “sıkıysa gel Meclis’i kapat” diye gözdağı vermek, artık hukuğu bile zapturapt altına alan bir çoğunluk diktasına gitmek istemek demektir...
Türkiye’de demokrasiye en fazla sahip çıkması gereken medyanın bile bir bölümü, hızlı çoğunluk goygoyculuğuyla insanları terörize noktasına sürükleniyorsa, artık yapacak bir şey yok...
Anlıyorum ki toplumun bütün muhalif sesleri ister kanun adamı, isten basın, ister asker bir şekilde terörize edilerek susturulacaktır...
Tablo maalesef budur...
Ürküntüm kendim için değil...
Türkiye’deki hukuk sisteminin ve demokrasinin düştüğü durumadır...
Posted by Sazelyt at 6:19 AM 0 comments
Hukuk değil de ordu mu çıksın!
YALCIN DOGAN
DEPREMİ bir ay önce hissediyor. Tayyip Erdoğan AKP için kapatma davası açılacağını bir ay önceden biliyor.
Onun için, Japon modeli diye ortaya atılan, parti kapatmayı zorlaştıran Anayasa değişikliği hazırlığı yeni değil. AKP şimdi bu atağa kalkıyor.
Ve kapatma davasından daha vahim bir durum doğuyor.
O vahim durum, Tayyip Erdoğan’ın iki gündür ağzından düşürmediği söz:
"Milletin iradesi karşısına hukuku çıkartıyorlar."
1- Evet, tam da o. Bütün demokrasilerde olduğu gibi, elbette, hukuk çıkacak. Yok, hukuk yerine ordu mu çıkacak?
2- Erdoğan demokraside hukukun üstünlüğünü bir yana atıyor.
3- Ama, eleştirdiği hukuka dayanarak, parti kapatmayı zorlaştıran hukuk düzenlemesine gidiyor.
4- En vahimi, iktidarı için kendi hukukunu yaratıyor. Totaliter zihniyet.
AİHM İZLİYOR
AKP’yi kapatma davasını, bütün dünya gibi, AİHM de izliyor.
Demokrasilerde parti kapatılmaz, gibi standart bir slogana, benim karnım tok. Parti kapatmak elbette hoş değil. Ancak soru, nasıl demokrasi?
Hitler’i iktidara taşıyan sadece oy vermeyle sınırlı, şekli demokrasi mi, yoksa hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasi mi? Hangisi?
AİHM, RP’nin kapatılmasını onaylarken, hareket noktası şu:
"Şeriat demokrasi ile bağdaşmaz. Oysa, RP’nin projesi bu. Üstelik, onun iktidarda olması, şeriat tehlikesini yakınlaştırmaktadır."
AKP’nin kapatılma iddianamesi de, aynı tehlikeye dayanıyor. Aldığı oy ikinci planda. Asıl olan, laiklik. Demokrasinin temeli. O temel AKP ile tehlikeye düşüyor.
Partiler ve iktidarlar üzerinde, bütün demokrasilerde hukuk denetimi var. Kuvvetler ayrılığının nedeni bu. Böyle bir ayrım ve denetim olmaz ise, her istiyen iktidar, oy çoğunluğuna dayanarak, istediği rejimi getirebilir.
Hukukun üstünlüğü, aldığı oya bakmadan, iktidarlara bu serbestliği tanımıyor.
İktidarı boyunca, herkesle kavga eden Erdoğan, şimdi hukukla savaşa giriyor.
AKP müzesinde üç eski solcu
AKP’de az zamanda büyük işler başaran üç eski solcu var.
Ertuğrul Günay. Kapatma davasına en keskin çıkışlardan biri ona ait. "Türkiye’nin iyiliğini istemeyen çevreler çok önemli yerlere sızmışlar". Bu durumda, kapatma davasını açan Yargıtay Başsavcısı önemli yerlere "sızan" biri. Otuz yıllık arkadaşım Ertuğrul Günay’a soruyorum, "Sen eskiden CHP’ye mi sızmıştın, yoksa şimdi AKP’ye mi sızdın?" Eski solcu, şimdi AKP militanı.
Soldan sağa muhteşem bir dönüşle, AKP’den milletvekili olan Zafer Üskül mangalda kül bırakmıyor. Temmuz-mart, sekiz ay gibi kısa sürede, siyasal yasaklılar listesine girmeyi başarıyor. Yaptığı açıklamalar karşısında, AKP yönetimi bile onu uyarmak gereğini hissediyor.
Bir zamanlar Ecevit’in prenslerinden. Haluk Özdalga, AKP dalgasına öyle kapılıyor ki, kapatma davası üzerine, "Başsavcı suç işlemiştir, yargılanması gerekir" sözüyle, ara ki bulasın, inci değerinde.
AKP müzesinde bu üç eski solcuya ayrı bir köşe açılıyor.
Gül otomatiğe bağlı değil
SİYASAL yasaklılar listesinde en başta Abdullah Gül var. Davayı duyunca, ilk tepkisi, "ben siyaset üstüyüm" gibi, kendini kurtarmaya yönelik.
Dün pek çok anayasa hukukçusu ile konuşuyorum. AKP kapatılırsa, Gül’ün durumu ne olacak?
Üç görüş var. Bir bölümü "yasak kapsamına girer, Cumhurbaşkanlığı düşer" tezinde. Bir bölümü, "Cumhurbaşkanıdır, yasak kapsamına girmez" görüşünde. Üçüncü grup, "bu durum ilk, incelemek gerek" düşüncesinde.
Şimdi Cumhurbaşkanı ama, davaya konu olan eylemler sırasında partide ikinci adam. AKP kapatılırsa, Gül için ayrı bir karar gerekecek. "Siyasetin üstündeyim" diyerek, sıyrılması otomatiğe bağlı değil.
Posted by Sazelyt at 5:51 AM 0 comments
Hangi demokrasi?..
BEKIR COSKUN
GÖRDÜĞÜNÜZ gibi "demokrat" sayısı bilinenden fazla.
"Parti kapatma demokrasiye uymaz" diyorlar.
Bilirsiniz, bizim toplumumuz dünyanın en demokrat(!) toplumu olduğu için, demokrasisiz yapamaz ve size saf saf sormak kalır:
"Demokrasimizin neresine uymuyor?.."
"Kapatma kısmına..."
Yazarlarımız yorumlarında "demokrasiden" söz etmeye başladılar. Aydınlar "ama demokrasinin şeyi ortadayken" diyorlar. Kızgın okurlarım mesajlarına, "Demokrasiye inanmayan senin gibi adama, aha şu bacağımı..." diye başlıyorlar...
O çenesi büyük yorumcuyu dinliyorum televizyonda, "Demokrasimiz bu ayıba layık değil" diyor.
*
Hangi demokrasi?..
Bu memlekette demokrasi oldu da mı zarar görsün?..
Seçmenlerin bir kişiye (liderlere) oy verip ama 550 kişiyi seçmiş olmaları ve kimi seçtiklerini seçtikten sonra gazetelerden öğrenmeleri miydi demokrasi?..
Halkımızın nohut ve kömür karşılığında oylarını satmaları mıydı demokrasi dediğiniz şey?..
Bir dönün bakın; demokrasinin icra edildiği yer Meclis’e; liderler daha ağızlarını açar açmaz alkışlayan kurşun askerler demokrasinin neresidir?
Ya da; demokrasilerde "dokunulmazlığın" arkasına saklanıp vurgun, soygun yapma, suç işleme özgürlüğü var mıdır siyasilerin?
Böyle midir demokrasi?..
*
İşte daha dün:
Başbakan, partisinin kapatılma kararını kendi milletvekillerine yorumlarken "Bu iş bizim oyumuzu artırır" dedi.
Ne iş?..
Söyler misiniz; suç işlemek oy mu artırır?..
Rejimi yıkmakla suçlanan bir siyasi partinin oylarının artması, dünyanın hangi adam gibi ülkesinde olabilir?..
Nasıl olur?..
*
Bu demokrasinin bu kadar kiri pası kimseyi rahatsız etmedi de, laik cumhuriyeti savunmak isteyen bir yürekli savcı sizi rahatsız etti.
İçine bu kadar rezalet sığan bir demokrasinin altına, bu sefer de cumhuriyeti yıkmak isteyenleri gizleyeceksiniz...
Peki, bu nasıl demokrasidir..
Posted by Sazelyt at 5:49 AM 0 comments
Demokrasi soytarilarina (ozellikle Yeni Safak, Zaman, ve Sabah'ta yazanlara)
FATIH ALTAYLI
Palavracı demokratlar.
Çok gülüyorum bunlara.
İktidar yalakalağının, koltuğu korumak için mabat yalamanın adı “Demokratlık” olmuş.
“Parti kapatma demokratik değil”miş.
Tepkiler dehşetli.
Ulan yalaka taifesi, DTP hakkında kapatma davası açılırken niye pek sesiniz çıkmıyordu?
O partiden sayılmaz mı?
Onlara göre sayılmaz.
Utanmasalar şöyle yazacaklar “Adının başharfleri A , K ve P harfleri olan partiler hakkında kapatma davası açılamaz” veya “Son seçimlerde yüzde 46,6 oy alan partiler hakkında kapatma davası açılamaz”
AK Parti'yi destekleyen gazeteci taifesine bakıyorum da içlerinde bir tanesi bile “AK Parti laikliğe aykırı bir şey yapmadı” diyen yok.
Yani davanın gerekçesi ile ilgili satır yok.
Hepsi “Kapatma davası nasıl açarsınız” diyor.
“Batı bize gülüyormuş”
O kadar gazete okudum güleni görmedim.
Çünkü onlarda da parti kapatma var.
Kapatıyorlar da.
Çatır çatır.
Almanya’da da, Avusturya’da da, İspanya’da da kapatıyorlar.
Kapatmazsa zorla iktidardan ediyorlar.
Hem de AB destekli.
Hani bizim parti kapatmamıza karşı çıkan AB’nin desteğiyle.
Her demokrasinin, hatta her rejimin kendini koruma mekanizmaları vardır.
Bırakın “Demokrasilerde kapatma davası olmaz” palavralarını.
Olur. Bal gibi olur, aslanlar gibi olur.
Bundan sonra önemli olan AK Parti’nin iddianamede iddia edilen şeyleri yapıp yapmadığı.
Ona da ne AB karar verecek, ne AKP yalakaları,. ne de AKP düşmanları.
Söz artık yargıda.
Ne derlerse o...
Posted by Sazelyt at 5:46 AM 0 comments
March 11, 2008
Educating a liar called Obama! What a progressive scandal has taught us?
Sen. Obama Offers 5th Explanation of NAFTA-Gate
After days of misleading denials, Sen. Obama has finally acknowledged that a meeting took place between his senior economic advisor and Canadian officials regarding NAFTA. But Sen. Obama now claims that the detailed memo obtained by the AP describing the meeting – and Goolsbee’s downplaying of Obama’s anti-NAFTA rhetoric – is inaccurate. This is at least the fifth different explanation offered by Sen. Obama and his campaign.
1. 2/27/08 – ‘No conversations have taken place’ with the Canadian government on NAFTA. “Earlier Thursday, the Obama campaign insisted that no conversations have taken place with any of its senior ranks and representatives of the Canadian government on the NAFTA issue.” [CTV, 2/29/08
2. 2/27/08 – Obama advisor just said ‘hello.’ “Goolsbee: Canada’s consul general in Chicago contacted him ‘at one point to say ‘hello’ because their office is around the corner.” [ABC, 2/29/08
3. 2/28/08 - Rice: ‘There had been no contact.’ “The Canadian ambassador issued a statement that was absolutely false. There had been no contact. There had been no discussions on NAFTA. So we take the Canadians at their word…period.” [MSNBC, Susan Rice, 2/28/08]
4. 2/29/08: Sen. Obama: ‘It did not happen.’ Anchor: “So, completely inaccurate, did not happen, end of discussion.” Sen. Obama: “It did not happen.” [WKYC TV, 2/29/08
5. 3/10/08 – Sen. Obama: The meeting did happen, they did discuss NAFTA, but advisor just said Obama wanted to make NAFTA ’stronger for U.S. workers.’ “So here’s what happens. You’ve got one of my economic advisors goes and visits a Canadian embassy and they’re asking him questions and he says, ‘Well, Senator Obama isn’t planning to repeal NAFTA, but he wants to amend it to make it stronger for U.S. workers.’ The Canadian embassy writes it up as, ‘Well, maybe Obama is not as tough on NAFTA as you might think.’ And the Clintons start waving this and saying, ‘See? Actually, he’s the one.’” [Mississippi Rally, 3/10/08]
Posted by Sazelyt at 12:32 AM 0 comments
March 8, 2008
Allah'in ikinci oglu Peygamber Fethullah Gulen'in turbanperest muritlerinin sevmediklerini Allah adina Allah'a ulastirma arzusu sinir tanimiyor!!!
FIGEN BATUR
Bu hafta sayfamın başlığına siyah bant çekilsin.
Gusto sözcüğü silinsin.
Yazacaklarımın gusto ile uzak yakın ilişkisi yok çünkü.
Fotoğraf kalsın.
Dikkatler mümkünse tuttuğum kadehe çevrilsin.
O kadeh yüzünden yemediğim küfür kalmadı.
Hiç böyle bir yazı yazacağım gelmezdi aklıma.
Ne denir?
Yazdıranlar utansın.
Aslında niyetim başkaydı: Gustoluk iki konum vardı.
Biri Adco'nun ithal ettiği Trio şarapları için Tuus'ta verdiği davet, ikincisi Marianne Faithfull konseri öncesi Beyoğlu'nda açılan ve açılır açılmaz adı duyulan La Brise'de yediğim yemek.
İkisini de gelecek haftalara erteleme nedenim, yazdığım her yazı sonrası gelen ve her biri küfür açısından zengin babalanmalara duyduğum öfke ve cevap yetiştirme isteği değil aslında.
Birinci yazının mekanı Tuus, gazetelerde çıkan haberler doğruysa, el değiştirmiş. İzzet Çapa'nın işletmesine geçmiş, o yüzden yeni çehresini görene dek beklemeyi uygun gördüm. La Brise'i ise dar zamana sıkıştırmak istemedim.
Madem elim ve yerim boş o zaman uzun süredir beni rahatsız etmeye çalışan şu babalanmalar üzerine yazayım bari.
Konu tahmin edeceğiniz gibi cühelalar.
Ve onların vazife bellemiş gibi her hafta döşendikleri.
...
(Yazının burasında gelen elektronik postalara baktım. Niyetim yüzlercesi arasından rasgele bir ikisini seçmek. Ama olacak gibi değil. Bırakın imlayı, noktalamayı, cümle kurmaktan aciz bu meczupların gönderdiklerini sayfaya taşımak demek o oranda kirlenmek demek. Vazgeçtim.)
İyisi mi ortak noktalarından söz edip geçeyim.
Yazdığım her şeye kızmakla beraber en çok sayfanın başında duran fotoğrafıma kızıyorlar.
Daha doğrusu fotoğrafta tuttuğum kadehe.
Akıl veriyorlar: Bak kızım sen sen ol, diye başlayan cümleler..
Doğru yola davet ediyorlar: Bu gidiş iyi değil demeler..
Anama babama, ecdadıma sövüyorlar: Anladınız.
Dinsizin teki, aşiftenin önde geleni olduğumdan eminler: Bunu da anladınız.
Hazır yurtdışına gitmişken gittiğim yerde kalmamı öğütlüyor, kalmayıp da dönecek olursam kaçacak delik arayacağımı söylüyorlar.
Küfürlerine "sen ve senin gibiler" diye başlıyorlar.
Tehdit ediyorlar: Yanmakla, dayakla, belamı bulup, buldurmakla.
Özet bu.
Beş yıla yakın bir süredir aynı gazetenin aynı ekinde, aynı fotoğrafın basılı olduğu aynı sayfada, benzer şeyler yazıyorum.
Hoş, insanı yüreklendiren tepkiler de aldım, eleştiriler de.
Ama küfür?
Küfür, yeni.
Peki ne oldu da tuttuğum kadeh silaha, içindeki şarap kana dönüştü?
Siyaset yazmadığım, zülfü yare dokunmadığım, nasırlara basmadığım halde nasıl oldu da bunca nefret toplamayı başardım?
Ne zaman biriktirildi bunca öfke?
Ve neden?
Aslında belli: Ağustosta yazım yok. Dolayısıyla babalanma da yok.
Eylülde ufak ufak küfür başlamış.
Ekimde çoğalıp kasımdan sonra çığırından çıkmış.
Bu da neye denk geliyor? Seçim ertesine.
Gel de "yaşama biçimimiz tehdit altında" diyenlere güvenme.
Ben gene de iyimserliğimi korumaya, bilgisayarın başına çöreklenip önüne gelene nefret kusan cühelanın az sayıda meczuptan ibaret olduğunu düşünmeye çalışıyorum.
Yok öyle değil de, ortada sarıp sarmalayan, bulaşıp yayılan bir cinnet varsa, yandık.
Ben sen o, biz siz onlar, hepimiz yandık.
Tanımadığı, bilmediği, sataşmayan, dayatmayan birine sadece elinde şarap kadehi tutuyor diye tahammül edemeyen, neye tahammül eder bilemem.
Beni geçin.
Ben "ötekine" yönelik husumetin olsa olsa zerresiyim.
Allah yazdı mı yazan cesur yüreklere kolaylık versin.
Kapalıçarşı'nın kadın tuvaletleri için
kime başvursam!
Gelelim gusto dışı, ikinci konuya.
Ömrümün yirmi yılı Yolgeçen hanın bir odasında geçti.
Kapalıçarşı'nın Beyazıt kapısına yakın bu handa çalışırken kuzinimle en büyük sıkıntımız ne kesilen elektrik ne ısınmayan atölye ne sözünün eri olmayanlar ne de kadınız diye dolandırmaya kalkanlardı.
Sıkıntımız, gidecek tuvalet olmamasıydı.
Sabahın köründe girdiğimiz atölyeden akşam olmadan çıkmaz, bu sorun yüzünden de çevredeki esnafın soğuğa dayanmak için içtiği çaylardan yudum tadamazdık.
Tuvalet yok muydu?
Vardı, vardı da gitmek için Aslan Yürekli Richard gibi geniş bir yüreğe sahip olmak şarttı.
Nuruosmaniye girişindeki cami tuvaletleri olsun, çarşı içindekiler olsun kelimenin tam anlamıyla rezaletti.
Tek çare çarşıya fazla uzak olmayan otellerin ya da eli yüzü düzgün lokantaların tuvaletlerine gitmekti.
Son günlerde bir arkadaşımın kıramayacağım teklifi yüzünden yolum sık sık çarşıya düştü.
Eski tas, eski hamam.
Ben atölyeleri kapatalı on küsur yıl geçmiş ve Allah için bu sürede çarşı içindeki kadınlar tuvaletinde daracık girişi daha da daraltan turnike uygulaması dışında hiçbir şey değişmemiş.
Çalışmayan, daha doğrusu oradaki kadıncağızın şikayeti ile söylersek, her gelen çektiği için dolmaya vakit bulamayan sifonundan ötürü biri iptal üç alaturka hela.
Yerde pis plastik bir ibrik, kapıda parça parça kesilip ele tutuşturulan tuvalet kağıdı ve neden ıslak olduğu belli olmayan bir zemin.
Girmedim.
Girmedim ama girip de çıkarken gözlerini belertip kapıda duran arkadaşına aman sakın ha dercesine elini sallayan yabancı kadını görmezden gelemedim.
Bu olacak şey midir?
İstanbul'a gelen her turistin gittiği tarihi çarşıya temiz bir tuvalet yapmak zor iş midir?
Bunun için kime başvurmak gerekir?
Eminönü Belediyesi'ne mi, Kapalıçarşı Esnaf ve Zanaatkarlar Birliği'ne mi, varsa çarşı yönetimine mi, Valiliğe, Özelleştirme İdaresi'ne, Opet'e, Sivil Toplum Örgütlerine, Kadir Bey'e mi, kime?
İstanbul, Habitat'tan sonra Dünya Su Forumu'na ev sahipliği yapacak, otellerde sekiz bin oda ayırtıldı diye böbürlenmek yerine, gelen yirmi bin delegenin en az yarısının çarşıya gideceğini varsaymak ve çarşıyı Nuh nebiden kalma alaturka helalardan kurtarmak gerekmez mi?
Gerekir. Yüzün ister Batı'ya dönük olsun ister Doğu'ya...
Temizlik biri için elzem, diğeri için imandan gelendir.
Değil midir?
Gusto dışı üçüncü konu diye yazmaya devam ediyordum ki içim daraldı.
Üçüncü, dördüncü, beşinci.
Bitmez.
Ve kimse de cumartesi sabahı böyle muhabbet okumak istemez.
Sözüm söz: Gelecek hafta sadede gelecek, çekilen bandı sileceğim
Posted by Sazelyt at 8:19 PM 0 comments
March 6, 2008
Fethullah Gulen'in kanalindan secmeler!!!
MEDYATAVA Önceki gün yayınlanan yemek programında Kadınbudu Köfte'nin tarifi verildi. Ancak "Buna Kadınbudu demeyin, bunun adı Pirinçli Köfte" denilerek izleyiciler uyarıldı. Bugün yayınlanan aynı programda ise Dilberdudağı Tatlısı'nın tarifi verildi. Ancak bu tatlının adına da Dilberdudağı yerine Ay Tatlısı denmesi önerildi. 40 yıllık yemek ve tatlı isimlerinin STV'de kadını çağrıştırdığı için değiştirilmesi seyircilerin tepkisine neden oldu... - Tahminimi soyleyim, Kadinbudu ve Dilberdudagi'nin isimlerinin degistirilme isteginin arkasinda tek bir sebeb var, Fethullah Gulen'in bunlari gorunce abdestinin gitmesi - tabii dogal yolla degil. Garip ama kimbilir, belki de gercekten dogru...Tuh tuh tuh, bir de adami neredeyse Peygamber yapacaklar. Peygamberlik abdesti boyle kolay kaybetmeye musaade etmez, degerli Nurcular, Fethullahcilar, ve benzeri fetupicilar.
Samanyolu TV'de yayınlanan Oktay Usta'nın sunduğu yemek programında kadını çağrıştıran 40 yıllık yemek isimleri değiştirildi. Bakın Kadınbudu ne oldu, Dilberdudağı tatlısına ne isim kondu?.. Medyatava "gurme servisinin" gözünden kaçmadı!
Posted by Sazelyt at 6:54 PM 0 comments
A worthy of your time analysis regarding Pennsylvania primary
Posted by Sazelyt at 5:51 PM 0 comments
March 4, 2008
Pandora’nın kutusu açıldı!
OZDEMIR INCE
ÇOK ihtiyacım olduğu bir anda Nilgün Cerrahoğlu (Cumhuriyet, 23 ve 25.02.08) hızır gibi yetişti. Cerrahoğlu’nun iki yazısından birer alıntı yapacağım.
DİNDEN GÜÇLÜ!
Avrupa Parlamentosu’nun İtalyan milletvekili, gazeteci Lilli Gruber, Müslüman Kardeşler örgütünün kurucusu Hasan el Banna’nın kardeşi, İslam álimi Gamal el Banna’dan "Kadın korunması gereken değerli bir varlıktır. Örtünme ve hicap bu hazineyi güvence altına alan bir mücevher kutusudur" mavrası hakkında görüş soruyor. Gamal el Banna’nın yanıtı şöyle:
"Kadının başını örtmesi gerektiğine dair hiçbir yerde yazılmış tek satır yoktur. İleri sürülen tek talep, kadının göğsünü örtmesinden ibarettir. Örtü ne var ki çok eski bir gelenek. Gelenekler ise dinden güçlü. Geleneği devam ettirebilmek adına din kisvesi kullanılıyor. Kutsal Kitap’tan (Kuran’dan) böyle kadın düşmanı yorumları çıkaranlar öncelikle iktidarla ilgilidir. Bu bir iktidar meselesidir."
İBNİ TEYMİYYE’DEN
Khaled Fouad Alam’ın, "La legge del Corano non impone il velo" ("Kuran yasası türbanı dayatmaz") başlıklı yazısından birlikte okuyalım:
"Aksi iddia edilse de; ’hicap’ hiçbir zaman İslam’da bir dogma, yasal zorunluluk ya da dini simge olmamıştır. ’Hicap’ın Kuran’da fiili bir temeli yoktur. Sözcük itibarıyla çok geniş anlamlar içeren ’Hicap’ın başörtüsü anlamında spesifik kullanımı; XIV. yüzyıl İslam fıkıhçısı İbni Teymiyye’nin icadıdır. Köleden (ya da cariyeden) farklı olarak özgür kadına örtünme kuralı bir aidiyet ve kimlik sembolü olarak İbni Teymiyye ile çıkmıştır. // İbni Teymiyye, 31. ayetteki genel ilkeyi, ilkesel içeriğinden soyutlayarak ’maksimalist’ (aşırı) bir yoruma tabi tutar ve ’normatif’ bir değer yükler. Altı çizilmesi gereken husus bunun bir ’yorum’ olmasıdır. ’Yorum’dan kural çıkartılmıştır."
O halde, İbni Teymiyye’nin yorumunu kendisine bırakılarak gerçeğe dönmenin zamanı gelmiş olmalı artık. İnsanın yorumu ne zamandan beri Allah’ın buyruğu oldu?
HACİVAT FEYLESOFLARI
Tıpkı Başbakan gibi "bir ulemaya sorma"yı çağdaş düşüncenin ilkesi haline getiren, kendilerini "fevkalade ciddiye alan" düşünürcüler, mütefekkirler var ülkemizde. Ama bu kimseler yazılarımdaki iddiaların ben fakirle ilgili olmayıp "ulema"nın düşünceleri olduğunu nedense görmezden geliyorlar. Ben sadece aracılık ve yalanbozuculuk (demistificateur’lük) yapıyorum. Türban konusunda dinci-İslamcı cephe yalan söylemekten, gerçeği saptırmaktan başka bir şey yapmıyor. Her zaman olduğu gibi.
Türkiye’nin huzurunu kaçıran, ülkemizi ve insanlarımızı büyük kaosa sürükleyen türban fesadını Allah’ın buyruğu olarak yutturmak alçakça fitnecilik yapmaktır.
Pandora’nın kutusu artık açılmıştır, yalanlar birer birer ortaya çıkacak, putlar birer birer kırılacak ve kadınlarımız gerçekten özgürlüğe kavuşacaklardır.
Anlamı yoruma izin vermeyecek kadar açık bir ayet konusunda iki Diyanet İşleri Başkanı anlaşamıyorsa, o zaman, AKP iktidarının uşağı Hacivat feylesofların iznine gerek kalmadan, bu konuda herkes söz söyleme hakkına sahip olur.
Posted by Sazelyt at 11:43 PM 0 comments
Dedicated to the honest and friendly Turkish Armenians...
TUFAN TURENC
Aşkale’deki kafayla diaspora kafası aynı
Gazetecilik fakültesinde çok sevdiğim ünlü bir profesör vardı.
Ermeni kökenliydi.
Ailesi Kayseri’den İstanbul’a göç etmişti.
Okulu bitirdikten sonra ilişkimiz hiç kopmadı.
Ona daha çok balıkçı lokantalarında rastlar, hal hatır sorar, sohbet ederdik.
Sonra birden ortalarda görünmez oldu. İzini kaybettim.
Aradan yıllar geçti, bir gün yine Ermeni bir arkadaşın işlettiği balık lokantasında rastladım ona.
Sarıldık birbirimize.
"Yahu, seni gördüğüme çok sevindim" dedi.
"Ben de öyle... Nerelerdeydin Hoca? Seni göremez oldum."
Anlattı.
Asala cinayetlerinin yoğunlaştığı dönemde üniversiteyi bırakmak ve Türkiye’den ayrılmak zorunda kalmış.
O günlerde içine sürüklendiği psikolojiyi kimseyi suçlamadan anlattı.
Fransa’ya gidip yerleşmiş.
Oradaki akrabalarıyla birlikte ticaret yapmaya başlamış.
"İşler iyi gitti. Epeyce para kazandım. Durumum çok iyi" dedi.
* * *
Ama yüzündeki hüzün Fransa’da mutlu olmadığını gösteriyordu.
"Tek sıkıntım var. Türkiye’yi çok özlüyorum. Ne zaman özlemim dayanılmaz hale geliyor, atlıyorum uçağa ver elini Türkiye. Burada bir süre kalıyorum, ciğerlerimi buranın havasıyla dolduruyorum ve Paris’e dönüyorum."
Sonra sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Yahu garip bir şey. Fransa’da bütün kemiklerim sürekli sızlıyor. Ama uçak ne zaman Türk hava sahasına girse ne sızım kalıyor, ne ağrım. O zaman ’Ulan Türkiye’ye geldik’ diyorum kendi kendime. Hemen hostese ’Türk Hava sahasına girdik mi?’ diye soruyorum.
’Evet efendim girdik’ diyor.
Biliyor musun bugüne kadar bir kez bile yanılmadım."
Türkiye’de kaldığı sürenin her saniyesini kaçırmadan yaşıyormuş.
Uyku bile uyumamaya çalıştığını söylüyor.
"Türkiye özlemi bambaşka. Allah kimseye çektirmesin" diyor.
Ben o güne kadar Türkiye sevgisinin bu kadar güzel anlatıldığını duymamıştım.
Gözlerim yaşarmadı desem yalan olur.
Onlar, Anadolu Ermenileri bu ülkenin öz evlatları. Hepsinin yüreği Türkiye için atıyor.
* * *
Dünkü Hürriyet’in manşet haberi önümüze geldiğinde fotoğraflara bakarken bu olayı anımsadım.
İçim titredi.
Aşkale’nin kurtuluş törenlerindeki Ermenilerle ilgili ilkel sahnelere izin verenlerin bu ülkeye düşmanlık tohumları ektiklerinin farkında olup olmadıklarını düşündüm.
Bir milleti, bir başka millete düşman olarak yetiştirmek benim anlayışıma göre gerçek bir insanlık suçudur.
Türk ve Ermeni halkları arasında ayrılık gayrılık yoktur.
Hepimiz aynı coğrafyanın çocuklarıyız.
Geleneklerimiz, göreneklerimiz, duygularımız, coşkularımız, hüzünlerimiz, ortak bir potada yoğrulup şekillenmiştir.
Aşkale’deki kafayla Amerika’daki diasporanın ve Erivan’daki şahinlerin kafası arasında en ufak bir fark yoktur.
Her üç kafa da ilkeldir.
Tek amaçları Türk-Ermeni düşmanlığını taze tutmaktır.
Çünkü onların varlık nedeni budur.
Posted by Sazelyt at 11:36 PM 0 comments
Amerikalılara taslağımızı gösterdik...
BEKIR COSKUN
DAHA dün sabah "ABD’den icazet almadık" diyordu iktidardakiler ve örtülü yandaşları.
Küfürbazım ise bilgisayarımdaydı:
"ABD’ye ancak senin gibi ..... çocukları şirin gözükmek ister... Aha şu bacağımı..."
Başbakan da kızmıştı:
"Diyorlar ki ABD istedi... Yahu sen..."
*
Daha "icazet" yalanlamaları gökten yağarken Hürriyet İnternet’in sağ üst köşesindeydi salata tabağı gibi fotoğraf ve haber:
"Anayasa taslağını gidip ABD’lilere anlattılar..."
Baktım ABD’de sırayla oturmuşlar; AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, anayasa hukukçuları Prof. Dr. Ergun Özbudun, AKP milletvekili ve danışmanları...
New York’a gitmiş, ABD’lilere taslaklarını gösteriyorlar.
Halkımız anayasa taslağını biliyor mu?.. Siz, ben, demokratik örgütler, hatta parlamento?..
Gören var mı?...
Yok...
Ama Amerikalılara sundular taslaklarını.
*
Niçin?..
Çünkü; Yeni Ortadoğu projesi içinde, Türkiye’de "Ilımlı İslam" modelini isteyen ABD’dir. Ve AKP’nin kafasındaki anayasa bunun önemli bir adımıdır. Bu bakımdan anayasa taslağı ABD’yi elbette ilgilendiriyor.
Bu nedenle "Koş Mir’im" demiştir AKP’li...
Mesele fikir alışverişi ise; hukukun beşiği olan ve tüm yasalarımızı aldığımız Avrupa’ya gitmeleri gerekmez miydi?
Kendi anayasa tarihi insanlık suçları ile dolu ABD’ye neyi danışacaklar dersiniz?
*
Amerikalılar arkadaşların taslağına baktılar da beğendiler mi, beğenmediler mi bilemeyiz.
Ama kimseyi ilgilendirmeyen taslağını bile gidip Amerikalılara gösteren bir zihniyetin, askeri harekátlarda "icazet alıp-almadığının" tamı tamına yanıtıdır bu.
Bu kadardır işte bağımsızlıkları...
Özgürlükleri...
Devlet adamlıkları...
Ve ulusal onurları...
Posted by Sazelyt at 11:33 PM 0 comments
Halka ‘eşek’ diyen belediye başkanı!
Değişmez bir siyaset kuralı vardır: İktidardakiler kan kaybetmeye başlayınca hırçınlaşırlar, çirkinleşirler ve saldırganlaşırlar... İlk seçildiklerinde verdikleri kardeşlik mesajlarını unuturlar, herkesle kavga
etmeye başlarlar...
AKP’liler de bu sürece girdi...
Genel Başkan Erdoğan’dan tutun da belediye başkanlarına kadar herkes, müthiş bir
hezeyan içinde... Önlerine gelene hakaret ediyorlar!
Son örnek; Denizli Belediye Başkanı Nihat Zeybekçi...
Kadın Kolları’nın düzenlediği toplantıda kürsüye çıkmış ve “Bize hırsız diyemezler, namussuz diyemezler, emanete hıyanet ettiniz diyemezler. İşte bu yüzden gerici diyorlar. Olsun be... Biz onlara ‘çüş’ demek için gerideyiz” demiş...
Böylece aklı sıra partisini eleştiren halkı ve muhalefeti
“eşek” yerine koymuş...
Bu sözler, aslında bu beyefendinin düzeyini gösteriyor
ve insanın “Sizin gibi seviyesizler tarafından yönetilmeyi hak
etmek için ne günah işledik”
diyesi geliyor...
Yazıklar olsun!
Peki; Nihat Zeybekçi’nin “Bize hırsız diyemezler” diye başlayan sözleri ne kadar doğru?
Bakanlıklarda, Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nde, büyükşehir belediyelerinde olanları hepimiz biliyoruz...
Nihat Zeybekçi’ye ise, o sözlerin çok daha ağırı da söylendi!
Kendi şirketine ait bir tarlayı ticaret alanı haline getirip, büyük rant sağlamakla suçlandı...
Hem de “eşek” yerine koyduğu muhalefet tarafından değil...
Bizzat kendi partisinin İl
Genel Meclisi Üyesi İsmail Yarımca tarafından!
Haydi bunu hatırlamıyor;
peki MHP İl Başkanı Feridun Ünsal’ın daha üç gün önce kendisine yönelttiği ağır suçlamalardan da mı
haberi olmadı?
Ya eşi Ayşe Zeybekçi’nin yaptığını nasıl buluyor Denizli Belediye Başkanı?
Hanımefendi, eşi seçime girerken türbanlı...
Başkan olunca resmi
törenlerde türbansız...
Ve Başbakan, Denizli’ye geldiğinde yeniden türbanlı!
Bu mudur onun
“dürüstlük” anlayışı?
Ağzından çıkanı kulağın duysun Nihat Zeybekçi...
Bugün “eşek” yerine
koyduğun halk, günü gelir seni de öyle bir “teper” ki, neye uğradığına şaşar kalırsın!
SOPA!
Allah’ın sopası yok ya... Adamı böyle rezil eder!
Denizli Belediye Başkanı’nın AKP’yi gerici bulanları “eşek” yerine koyup, “Bize hırsız diyemezler, namussuz diyemezler” demesinin üzerinden 24 saat bile geçmemişti ki; “kara haber” Mersin’den geldi!
Dorukkent Belediyesi’nin AKP’li Başkanı Şükrü Kartal, rüşvet, yolsuzluk,
uyuşturucu ticareti ve zimmetten tutuklandı...
Muhalefete “çüş” diyen Denizli Belediye Başkanı, acaba bu partidaşına ne diyecek?
Posted by Sazelyt at 6:06 PM 0 comments
March 3, 2008
Preacher Obama: Brief story of a political opportunist
Joseph C. Wilson
Obama's Hollow "Judgment" and Empty Record
Barack Obama argues that he deserves the Democratic nomination and Hillary Clinton doesn't because he possesses superior "judgment," as he calls it, on the key issues we face as a nation. As definitive proof he offers one speech he made in 2002 during a reelection campaign for an Illinois senate seat in the most liberal district in the state, so liberal that no other position would have been viable. When he made that speech, Obama was not privy to the briefings by, among others, Secretary of State Colin Powell, in support of the Authorization of Use of Military Force as a diplomatic tool to push the international community to impose intrusive inspections on Saddam Hussein.
Would Obama have acted differently had he been in Washington or had he had the benefit of the arguments and the intelligence that the administration was offering to the Congress debating that resolution? During the 2002-2003 timeframe, he was a minor local official uninvolved in the national debate on the war so we can only judge from his own statements prior to the 2008 campaign. Obama repeated these points in a whole host of interviews prior to announcing his candidacy. On July 27, 2004, he told the Chicago Tribune on Iraq: "There's not much of a difference between my position and George Bush's position at this stage." In his book, The Audacity of Hope, published in 2006, he wrote, "...on the merits I didn't consider the case against war to be cut-and- dried." And, in 2006, he clearly said, "I'm always careful to say that I was not in the Senate, so perhaps the reason I thought it was such a bad idea was that I didn't have the benefit of US intelligence. And for those who did, it might have led to a different set of choices."
I was involved in that debate in every step of the effort to prevent this senseless war and I profoundly resent Obama's distortion of George Bush's folly into Hillary Clinton's responsibility. I was in the middle of the debate in Washington. Obama wasn't there. I remember what was said and done. In fact, the administration lied in order to secure support for its war of choice, including cooking the intelligence and misleading Congress about the intent of the authorization. Senator Clinton's position, stated in her floor speech, was in favor of allowing the United Nations weapons inspectors to complete their mission and to build a broad international coalition. Bush rejected her path. It was his war of choice.
There is no credible reason to conclude that Obama would have acted any differently in voting for the authorization had he been in the Senate at that time. Indeed, he has said as much. The supposed intuitive judgment he exercised in his 2002 speech was nothing more than the pander of a local election campaign, just as his current assertions of superior judgment and scurrilous attacks on Hillary Clinton are a pander to those who now retroactively think the war was a mistake without bothering to acknowledge Senator Clinton's actual position at the time and instead fantasizing that she was nothing but a Bush clone. Obama willfully encourages and plays off this falsehood.
What should we make of Obama's other judgments in foreign affairs? Take Afghanistan, for example. It has been evident for some time that our efforts there are going badly and that cooperation and support from our NATO allies would be helpful. As chairman of the subcommittee on Senate Foreign Relations responsible for NATO and Europe, Obama could have used his lofty position actually to engage the issue and pressure the administration to take some action to improve our chance of success in that conflict against the Taliban and Al Qaeda. Of course, that would have involved holding hearings, questioning administration witnesses, and taking a position and offering alternatives. That is what we expect that from senators in a democracy. It is called oversight.
But, instead, Obama, by his own admission, offers the excuse that he has been too busy running for president to do anything substantive, such as direct his staff to organize a single hearing. "Well, first of all," Obama was forced to confess in the Democratic debate in Ohio on February 26, "I became chairman of this committee at the beginning of this campaign, at the beginning of 2007. So it is true that we haven't had oversight hearings on Afghanistan." To date, his subcommittee has held no policy hearings at all -- none. At the same time that Obama claimed he was too busy campaigning to do anything substantive, racking up one of the worst attendance records in the Senate, Senator Clinton chaired extensive hearings of the Subcommittee on Superfund and Environmental Health and attended many others as a member of the Armed Service Committee.
As a consequence of Obama's dereliction of duty on the Senate Foreign Relations Committee, a feckless administration has had absolutely no oversight as it careens from disaster to disaster in Afghanistan, including the central governments loss of control over 70 percent of the country and yet another bumper crop of opium to fuel the efforts of the Taliban and their terrorist allies. Of course, if you don't hold hearings, conduct oversight, make recommendations or sponsor legislation, then you have no record to explain or defend and you are free to take whatever position is convenient when attacking those who actually did address issues. Meanwhile, on the campaign trail, Obama holds forth on Afghanistan, chiding the administration and our allies as though he's a profile in courage and not someone who has abandoned his post in establishing accountability.
On Iran and the question of designating the Iranian Revolutionary Guard as a terrorist organization, the junior senator from Illinois was not quite so clever at avoiding taking a position. He first co-sponsored the "Counter-Proliferation Act of 2007," which contained explicit language identifying the Iranian Revolutionary Guards as a terrorist organization. He subsequently claimed to oppose the Kyl-Lieberman sense of the Senate resolution proposing the same thing. Obama's accountability problem here is that he didn't show up for the vote on that resolution -- a vote that would have put him on record. Then he declined to sign on to a letter put forward by Senator Clinton making explicit that the resolution could not be used as authority to take military action. All we have is Obama's rhetoric juxtaposed with his co-sponsorship of a piece of legislation that proposed what he says he opposed.
Obama's gyrations on Iraq, Afghanistan and Iran are not the actions of one imbued with superior intuitive judgment, but rather the machinations of a political opportunist looking to avoid having his fingerprints on any issue that might be controversial, and require real judgment, while preserving his freedom to bludgeon his adversary for actually taking positions as elected office demands. It is hard to discern whether Senator Obama is a man of principle, but it is clear that he is not a man of substance. And that judgment, based on his hollow record, is inescapable.
Posted by Sazelyt at 6:33 PM 0 comments
March 1, 2008
These foolish things....
I would like to argue against the reseeding Hollinger has requested. My reasoning is simple, the request is not fair.
The games eastern teams play and the games western teams play are not the same type. Eastern teams play other eastern teams more than the western teams. The opposite is true for the western teams. So, even if it is true that a conference is weaker than the other, then how good is the wins against the teams from that conference when they are used to rank the teams in their own conference. If one team played a good opponent more than another, would you take into account that quality in ranking the other team. I doubt that. The opponent a team faces is not always a good measure of how they actually are. If a team wins against all the good opponents but loses to the weaker ones, how much the final result will tell you? Is the team good or bad, if you use a reseeding using only the final percentage as the main pointer?
If a reseeding should be used, then many things have to be taken into account, not just the actual percentages they finish the season with, but the quality of those percentages within their conference. Even if that would still eliminate more teams from the weaker conference, it would still allow for better teams from the weaker conference to be ranked in better positions than what their actual percentage suggests.
But, if you want to have a fair measure, then redistribute the teams to have better power split among different conferences. Call it northern vs. southern, if you like, but, this would at least prove to achieve better result than what you propose at the moment given the broken system we have.
Just a stupid quick post, anyways...Wanted to put sommething in writing for the sake of opposing his neverending requests.
Posted by Sazelyt at 2:31 AM 0 comments